Kayıtlar

Faşizm, bireyin bir miktar emniyette hissettiği, barındığı, günlük yiyecek bulduğu bir hapishane gibiydi. -Herbert L. Matthews

Faşizm üzerine bir giriş... Öncelikle günümüzün çok kullanılan siyasi terimlerinden biriyle başlayalım: faşizm. Faşist müdehale, faşizm ile yönetilmek... Peki nedir bu faşizm? Google , Oxford Languages 'a dayandırdığı kaynağıyla bu terimi iki farklı şekilde tanımlar: " İtalya’da, Musolini’nin önderliği altında 1919’da başlayan, adını 1922–1943 yılları arasında iktidarda bulunan partiden alan, sendikalara, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmek ereğini güden, tüm yetkilerin tek partinin ve tek kiş inin elinde toplandığı düzen. demokratik düzen yerine aşırı, çarpıtılmış bir ulusçuluğa dayanan bir baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti. " Tek parti, tek kişi, tek adam... Görüldüğü üzere kısaca özetleyecek olursak: "ben yaptım oldu!" şekline dayanan, tek bir "varlığa" dayanan (parti veya kişi) yönetim biçimi. Toplum neden faşist bir yönetim ister? Evet doğru okudunuz: toplum faşist bir yönetim isteyebilir. Peki neden bu istekte bulunur...

Korktuğum ve beni korkutan her şeyin kendi başına iyi veya kötü olmadığını, sadece zihnin onlardan etkilendiğini anladım. -Spinoza

Kaygının Anlamı -Rollo May Bu hafta içerisinde satın alıp okumaya başladım bu kitabı: Kaygının Anlamı. Genç-yaşlı, zengin-fakir, siyah-beyaz, Alman-Türk, müslüman-yahudi,... Kaygı herhangi bir ayrım gözetmeden bütün insanların ortak noktası ve en temel içsel dürtülerinden birisidir. Benim de çokça muzdarip olduğum bu konuyla ilgili daha sağlam bilgiler öğrenmeye ihtiyacım olduğunu düşündüm. Sürekli bir kendini sorgulama, doğru ile yanlış gibi çok keskin ayrımlar yapmaya çalışma... Umuyorum ki ilerleyen zamanlarda bu kitaptan faydalı bilgiler bulup sizinle onları da paylaşma fırsatı yakalayacağım. İki kavram karşı karşıya: İyi ve Kötü İyi ve kötü... Edebiyatta, siyasette, dinde, ve belki de her alanda sürekli karşı karşıya getirilen iki kavram. Birbirlerine zıt olan bu iki kavram, genelde kafa kafaya çarpıştırılmak yerine birer sıfat olarak başka isimleri desteklerler. Yani aslında "taraf" yaparlar. Peki bir kavramın iyi mi veya kötü mü olduğunu kim belirliyor? İyi, kötü... Ki...

Yiğitliğe deha kadar sık rastlanmıyor artık. -Oscar Wilde

Bu sözü yorumlarken iki çeşit yorumlayabileceğimi fark ettim. Birincisi "yiğitliğin azlığı" vurgusu, diğeri ise -ki bu yorum daha hoşuma gitti- "dehalığa yapılan iğneleme". Bu sözü yorumlamadan önce, "yiğitlik" ve "dehalık" kavramlarını incelememiz gerekiyor. TDK'ya göre: yiğitlik kavramı yüreklilik ve cesaret anlamlarına gelirken; deha ise insan zekasının, kişiliğinin erişebileceği en yüksek düzey -bir diğer deyişle dahilik- olarak tanımlanıyor. Günümüzde, maalesef, cesaret kavramı -cesurca davranma olgusu- pek rastlayamadığımız bir davranış tarzı. Son zamanlarda gerek politikada, gerek habercilikte, gerekse insan ilişkilerinde cesurca davranan çok ama çok az insan bulunmaktadır. Üzücü bir şekilde; yalakalık, yandaşçılık kavramlarının değer kazandığı, "taraf olmayanın bertaraf olduğu" bir düzen içerisinde yaşıyoruz. Bununla birlikte dehalık kavramı da ayaklar altına alınmış durumda. Televizyonda, internette, ve hatta çevremiz...

Sahip olup ihtiyaç duymamak, ihtiyaç duyup sahip olmamaktan iyidir -Franz Kafka

Burada biraz "istifçilik" konusuna değinilmiş gibi geldi ilk bakışta :) istifçilik aslında psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalığa sahip olan insanların kısaca "atamama" hastalığı vardır. İhtiyacı olsun olmasın belirli eşyalarını saklama saplantısındadırlar. Bu durum o kadar ileri gider ki -eşya yığınlarının altında- ölmüş hayvan cesetlerine bile rastlanabilir. Tabii ki bu aforizmayı böyle bir yönden incelemek çok doğru değildir, ama laf lafı açar derler ya benimki de o hesap işte :) Bu aforizmanın asıl konusu "ihtiyaç olduklarımıza ulaşamamamızla" ilgilidir. Kimi zaman bir nesneye ihtiyacımız olabileceği gibi kimi zaman da bir insana, bir dosta ihtiyacımız olur. İhtiyaç duyma isteği "yokluk" sonucunda ortaya çıkan bir dürtüdür. Hani bir şeye ihtiyacınız olduğu zaman o şeyi asla bulamazsınız ya :)... Bir nesneye, bir insana, veya bir olaya ihtiyaç duyup o varlığa, olguya sahip olamamak insanı asıl üzen konudur. Sahip olmanın da "önemi...

Aşırı ahlaklı olmayın. Kendinizi yaşamın dışında bırakabilirsiniz. Ahlakın da ötesini hedef alın. İyi olmakla kalmayın, bir amaç üzre iyi olun. -Henry David Thoreau

Öncelikle "ahlak nedir?" sorusu üzerine yoğunlaşmamız lazım ki bu konu zaten başlı başına sonu olamayacak bir tartışmadır. Dolayısıyla farklı filozofların veya düşünürlerin ahlak tanımları üzerine yoğunlaşmak yerine, TDK'nin kullandığı tanımlamayı kullanacağım: "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre" Peki o zaman "aşırı ahlaklı olmak" ne anlama gelmektedir? Toplumun koyduğu kurallara sıkı sıkı bağlı olmak... Peki bu bizi neden "yaşamın dışında" bırakabilir? Yaşam doğası gereği "toplum kurallarına uymayan" bir diğer deyişle "ahlaklı olmayan insanlarla doludur. Siz "süper ahlaklı olmayarak" bu doğaya karşı çıkarsınız, ve aklınızdaki ütopyada "sınırlanırsınız". Dolayısıyla sizin yaşadığınız, mevcut olan yaşamdan farklı bir hayat olur. Peki biraz önce bahsettiğimiz "doğa" insanın doğası mı yoksa yaşamın doğası mı? Bu da ucu açık bir sor...

Hazır gözyaşları acının değil, ihanetin göstergesidir. -Publilius Syrus

"Timsah gözyaşları" deyimini hepimiz duymuşuzdur. Yalandan gözyaşlar, "sözde" önemsemeler.... Bu deyimi kullanmışızdır veya en azından anlamını biliyoruzdur. Ama bu sefer farklı bir konudan bahsediyoruz: ihanet. "Hazır gözyaşları" konusundan başlayalım konuşmaya. Bir insanın gözyaşları ne zaman hazır olur peki? Kötü -veya acıklı- bir durumun meydana geleceğini bildiğinde. Eğer bir insan, bir durumun sonucunda sevdiği veya değer verdiği bir insanın acı çekeceğini bilmesine rağmen hiçbir şey yapmıyorsa, ve üstüne üstlük bu olayın sonucunda değer verdiği o insanla birlikte ağlıyorsa; o insanın samimiyeti "çalkantılı" yani "değişken" ve bir o kadar da güvenilmezdir. Çünkü bu insan değer verdiği kişinin başına gelecek kötü olayı biliyordur ve buna rağmen hiçbir önleme çabası içine girmiyordur. Sonucunda beraber ağlaması da hiçbir şey ifade etmez, ve o insanın kendi ihanetini gizleme -veya kendi vicdanını rahatlatma çabası içerisinde olma...

Ancak düşünsel açıdan kayıp olanlar tartışırlar. -Oscar Wilde

Bir tartışmanın gerçek amacı nedir? Bu hayati soru, bize, bu cümleyi yorumlamamızda yardımcı olacak kilit sorudur. Bu sorunun cevabı çoğu insan tarafından yanlış yorumlanmış, veya -işlerine öyle geldiği için- yanlış cevaplanarak eyleme dökülmüştür. Günümüzde insanların büyük çoğunluğu tartışmayı "zıt fikirli olduğu insanı ezmek", "kendini haklı çıkarmak" amaçlarıyla kullanıyor. Doğal olarak şu soruyu sorabilirsiniz: "Zaten haklı olduğumu düşündüğüm için tartışıyorum. Haklı çıkmak için uğraşmayacaksam, neden tartışayım ki?" Aslında bu düşünce, "doğru başlayıp yanlış biten" bir düşüncedir. Evet haklı olduğumuzu düşündüğümüz için tartışırız. Ama amacımız "haklı çıkmak" olmamalıdır. Tartışmaların asıl sebebi -Türkiye'de ve Dünya'nın çoğu yerinde olduğunun aksine- doğru bilgiyi açığa çıkarmaktır. Eğer insanın belli bir düşünce hedefi yoksa -yani o kişi düşünsel olarak nereye varacağını bilmiyor, yani kayıpsa- o kişi doğru düşünce...