Kayıtlar

Kasım, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hayatın anlamı, bir sonu olmasındadır. -Franz Kafka

Sonsuz mutluluk gerçek olabilir mi? Sonsuz rahatlık, her istediğimizin olması, her sevdiğimizin -arzuladığımızın- bizim olması... Diyelim böyle bir ütopya mümkün. Şimdi de şu soru gelmeli akıllara: size sonsuz mutluluğu getirecek bu saydığım -ve sizin de ekleyebileceğiniz- değerlerin sizi mutlu etmesinin asıl nedeni nedir? Bir şeyin bizi mutlu etmesinin en önemli sebebi, onları istememizdir. Bir varlığı istememizin sebebi de, o varlığın bizim için değerli, "anlamlı" olmasıdır. Ufak bir yağmur örneği düşünelim. Kuraklık olan bir yerde, çiftçilerin isteği yağmurun yağmasıdır. 2839 numaralı yağmur damlasının bilmem ne koordinatına düşmesinin, onlar için, hiçbir önemi ve "anlamı" yoktur. Çünkü bir sürü yağmur damlası vardır ve taneler onlar için anlamsızdır. Yani bir olgunun -tıpkı çok sayıda olması gibi- sonsuz olması; o olgunun anlamını yok eder, sıradanlaştırır, ve en sonunda da değersizleştirir. Hayatın bir sonu olması, içine koyacağımız anıları dikkatli seçmemi...

Dil dediğimiz şey kötü bir çeviriden başka bir şey değildir. -Franz Kafka

Belki de hemen hemen hepimiz, hayatımızın belli bir döneminde, yabancı bir dil öğrenmeye çalışırken çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmışızdır. Yabancı bir dilde kendimizi "tam olarak" istediğimiz gibi ifade edememekte, bu sorunların en çok boy gösteren örneklerindendir. İngilizce bir konuşma yaptığımızda "ya, neydi şu kelime" veya "şu fiilin ingilizcesini keşke hatırlasaydım" gibi düşünceler aklımızdan geçmemiş olamaz herhalde :) Franz Kafka da buna benzer bir konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Acaba gerçekten, düşündüğümüz şeyleri ifade etmede, kelimelerimiz yeterli oluyor mu? Düşüncelerimizi insanlarla paylaşırken -diğer bir deyişle düşüncelerimizin "çevirisini" yaparken- kullandığımız cümleler, seçtiğimiz kelimeler bizim duygu ve düşüncelerimizin "resmedilmiş" kopyalarıdır. Bir "gerçeği" ne kadar iyi resmedersen et, asla 'o'nun kadar "gerçek" olamaz.

Ben bir kafesim; kuşunu arayan. -Franz Kafka

Kuş ve kafes ikilisini çoğumuz duymuşuzdur. Hatta en meşhur sözlerden birisi de şudur sözdür: "Bülbülü altın kafese koymuşlar illede vatanım demiş." Altın kafese kapatan kişi onu ne kadar severse sevsin... Şimdi olaya farklı bir taraftan bakıyoruz: bu sefer kafes biziz. Bir kafes olmak çeşitli şekillerde yorumlanabilse de en bariz tanımlaması "hapsetmek" üzerinedir. Bir kafes olarak -var oluş nedenimiz gereği- içimizde bir "şey" saklamalıyız, bir canlı. Ve şunu biliyoruz ki bir kafeste "genellikle" canlılar zorla tutulurlar. Biz de saplantılı olarak sevdiğimiz, bizden uzaklaşmasını istediğimiz, sadece bizim olmasını istediğimiz kişiler ararız hayatımızda; ve o kişileri içimize hapsederiz. Başkasına ait olabileceği düşüncesi bile bazen katlanılmaz olur. O kişiyi -kuşu- içimize -kafese- hapsettiğimiz zaman, artık bizden kendi isteğiyle kurtulamaz. Ta ki kafesi kendimiz açana, veya kafes kırılana kadar...

Bence sadece bizi bıçaklayan veya yaralayan türden kitapları okumalıyız. Eğer okuduğumuz kitap kafamıza şöyle sağlam bir darbe indirip bizi kendimize getirmiyorsa, onu okumanın ne anlamı var? Böyle bir kitap bizi daha mutlu etmeye mi yarar? Emin olun, eğer kitap diye bir şey olmasaydı, gerçek mutluluk işte o zaman mümkün olurdu. Okuduğumuz zaman bizi mutlu eden kitaplar, yazmak isteseydik kendimizin de yazabileceği türden kitaplardır. Ancak, bizim ihtiyacımız olan kitaplar; okuyunca bizleri bir felakete uğramış gibi sarsan, derin bir hüzne boğan, kendimizden daha çok sevdiğimiz bir kişinin zamansız ölümü gibi kahreden ve herkesten uzak, karanlık ormanlara sürülmüş gibi hissettiren kitaplardır. Bir kitap, insanın içindeki donmuş denizlere vurulan bir balta gibi olmalıdır. Ben buna inanıyorum. -Franz Kafka

Bir kitabın bizi "bıçaklaması" veya bizi "yaralaması" gibi tabirler ne tür anlamlara gelebilir? Burada üzüntü hissini uyandıran bir kitaptan çok -bir yaranın geçirilemeyen izi gibi- ruhumuzda iz veya izler bırakan kitaplardan bahsediliyor. Hepimizin hayatımızın belli bir zamanında(zamanlarında) zorla ve istemeden okuduğu -hele ki ödev olarak verildiyse :)- kitap veya kitaplar vardır. Belki de çoğumuza klasik olarak tabir edilecek kitaplar verilmiştir, ama sadece "okumuş olmak için okuduğumuzdan dolayı" belki de -bu kitabın- hayatımıza katacağı değeri kaçırmışızdır. Bir kitap aşk, fantezi, gerilim gibi popüler unsurlar barındırmıyorsa, okumaya değmez mi acaba? Gerçekten böyle mi düşündük bize "dayatılan" kitabın kelimelerini okumaya "çalışırken". Kitaplarda kurulan sahte hayatlar, güzellikler, kahramanlıklar bize ne kadar değer kattı acaba? Kafka'nın da dediği gibi: bizi gerçekten mutlu etti mi? "Eğer kitap diye bir şey olmasayd...

Özgürüm ve işte tam da bu yüzden kayıplardayım. -Franz Kafka

Aslında buradaki "kayıplardayım" tabiri benim kafamı biraz karıştırdı. Anladığım kadarıyla Kafka burada, "kaybolmak" kavramına değil de "kaybetmek" kavramına dikkat çekmeye çalışmış. Özgür bir insan olmak pek çok olay için sıfat olarak kullanılabilir: hapisten çıkmış eski bir mahkum artık özgürdür mesela, veya kafesten kaçan bir kuş artık özgür olarak nitelendirilebilir. Ama bunların ortak özelliği nedir? Bütün "özgürlük" tanımlarının ortak özelliği -konusu geçen canlının- artık hiçbir canlı ya da cansız varlıkla "isteği dışı, zorunlu" bir bağı kalmamış olmasıdır. Dolayısıyla özgür bir insan başkalarına da "hizmet etmek" zorunda değildir. Başkalarıyla -özellikle de nüfuz sahini olan başkalarıyla- bağını koparmış insanların "kalabalıklarda" tek başlarına dayanmaları oldukça zordur, ve genelde de kaybederler. Çünkü bu insanlar özgür olmayı seçmişlerdir, işte bu yüzden "özgür olmayanların" hizmet ettiği "...

Konuştuğumdan farklı yazıyorum, düşündüğümden farklı konuşuyorum ve düşünmem gerekenden daha farklı düşünüyorum. Böylece, tüm bunlar sonsuz ve derin bir karanlığa doğru devam edip gidiyor. -Franz Kafka

Bu aforizmayı, ikinci bölümünden başlayarak ele almam daha doğru olur. Nedir o bölüm? -Düşündüğümden farklı konuşuyorum. Buradaki vurguyu, aslında baskı altında olan bir insanın yaşadığı zorluğa işaret ettiği şeklinde yorumluyorum. Eğer tek bir insan bile -ki şu anda kimi gerçek gazetecilerin düştüğü durum budur- düşündüğünden farklı konuşmak zorunda "bırakılırsa", burada gerçek özgürlükten bahsedilemez. Düşündüğünden farklı konuşan bir insan -başkaları tarafından dayatılan düşüncelerden, diğer bir deyişle, düşünmeleri gerekenden- farklı düşündüğü için konuşamadığı konuları yazarak dışa vurmak zorunda kalır. Ve son olarak eğer bir insan inandığı gerçekleri ve/veya doğruları dilediği gibi -saygı çerçevesi her zaman bakidir- dışa vuramazsa önce kendisi, sonra da -inandığı doğrularla birlikte- yanlışa "maruz bırakılmış" çevresi karanlığa doğru çekilmeye devam eder.

Asla boyun eğme, sulandırma, mantıklı olmaya çalışma ve ruhunu modaya göre şekillendirme! Aksine, en şiddetli takıntılarının peşinden git. Hem de amansızca. -Franz Kafka

Bize belki de hepimizin ebeveynleri şunu hayatımızın en azından bir bölümünde öğütlemiştir: arkadaşlarınla iyi geçin. Hepimiz bu "iyi geçinme" olayını abartan insanlar görmedik mi? Aslında ima ettiğim sorunun kaynağı iyi geçinme tavsiyesi değil, bunu "kullanan" insanlar. Eğer bir konuda farklı düşünüyorsan, farklı düşünüyorsundur! Aslında cümle bu kadar basit ve ilkokul düzeyinde. :) Daha da net olmam gerekirse: eğer düşüncelerin, "sürülerinkinden" farklıysa, korkma ve söyle! "Lamı cimi" yok, direk söyle! Başkalarına mantıklı gözükmek için düşüncelerini yumuşatma! Sakın ama sakın, ruhunu "popüler ruhlara" benzetme! Herkese, her şeye rağmen sakın ha tutkularını bırakma. Onlara ulaşmak için sonuna kadar çabala!

Gençler mutludur; çünkü güzeli görebilme yetileri vardır. Güzeli görebilme yeteneğini sürekli canlı tutan insanlar asla yaşlanmaz. -Franz Kafka

Haydi hep beraber en son mutlu olduğumuz anımızı hatırlamaya çalışalım. Şöyle bir tahmin yapacağım: hemen hemen hepimiz "güzel" olarak nitelendirdiğimiz bir anımızı hatırladık (tabii intikam aldığımız veya kavgada birinin suratını dağıttığımız anıları saymıyorum ki bu anı eğer sizi gerçekten mutlu ediyorsa, bunun nedeni de iyice düşünülmeli). Peki, eğer güzel olarak nitelendirdiğimiz bu anılarımıza daha dikkatli yoğunlaşırsak; bu anıda hepimiz şu noktayı yakalayacaktır: bu anımızda bizi mutlu eden şey güzeldir. Peki o an biz bu "güzeli" nasıl gördük? Görmeyi mi istedik? Bütün sıkıntılarımız bitmiş ve sadece güzellik mi kalmıştı? Aslında bizimki paha biçilemez bir yetenek: güzeli görebilme yetisi. Yeti, felsefe terimi olarak, "bir şeyi yapabilme gücü, doğal yatkınlık" olarak tanımlanır. Bu doğal yatkınlık da gençlerde bütün gücüyle kendini göstermeye meyillidir. Yaşlandıkça insanlar, toplumun yükledikleri sorumluluklarla birlikte, yetişkinliğin getirdiği...

Kitaplar, içimizdeki kalenin gizli odalarını açan anahtarlar gibidir. -Franz Kafka

Birçoğumuz  "anahtar-kilit uyumu" tabirini duymuştur muhtemelen. Duymamak mümkün mü(!) :) Hemen aklıma "davul bile dengi dengine" tabiri gelmedi değil. Belki de anahtar ve kilidin birbirine "uyumu" bana bu tabiri çağrıştırmıştır. Her insan da kendi içinde kapalı bir kutudur aslında. Ama bu kutu öyle bir kutudur ki; her canı isteyen -bu kişi kendisi olsa dahi- istediği zaman bu kutuyu açamaz. İşte içimizdeki bu kutu, buradaki kaledir. İçimizde nasıl bir potansiyel sakladığımızı, aslında kim olduğumuzu, hatta aslında ne istediğimizi zaman zaman kendimiz bile bilemeyiz. İşte bu durumlarda sessiz dostlarımıza: kitaplarımıza başvururuz. Kitaplar bizim bilgi açlığımızı doyururken; düşünmeye ve hayal etmeye de sevk ettiği içindir ki içimizdeki kalenin gizli odaları -bazen o odaların öyle kapıları vardır ki sadece ve sadece- bu anahtarlar tarafından açılabilir.