Kayıtlar

Aralık, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Yiğitliğe deha kadar sık rastlanmıyor artık. -Oscar Wilde

Bu sözü yorumlarken iki çeşit yorumlayabileceğimi fark ettim. Birincisi "yiğitliğin azlığı" vurgusu, diğeri ise -ki bu yorum daha hoşuma gitti- "dehalığa yapılan iğneleme". Bu sözü yorumlamadan önce, "yiğitlik" ve "dehalık" kavramlarını incelememiz gerekiyor. TDK'ya göre: yiğitlik kavramı yüreklilik ve cesaret anlamlarına gelirken; deha ise insan zekasının, kişiliğinin erişebileceği en yüksek düzey -bir diğer deyişle dahilik- olarak tanımlanıyor. Günümüzde, maalesef, cesaret kavramı -cesurca davranma olgusu- pek rastlayamadığımız bir davranış tarzı. Son zamanlarda gerek politikada, gerek habercilikte, gerekse insan ilişkilerinde cesurca davranan çok ama çok az insan bulunmaktadır. Üzücü bir şekilde; yalakalık, yandaşçılık kavramlarının değer kazandığı, "taraf olmayanın bertaraf olduğu" bir düzen içerisinde yaşıyoruz. Bununla birlikte dehalık kavramı da ayaklar altına alınmış durumda. Televizyonda, internette, ve hatta çevremiz...

Sahip olup ihtiyaç duymamak, ihtiyaç duyup sahip olmamaktan iyidir -Franz Kafka

Burada biraz "istifçilik" konusuna değinilmiş gibi geldi ilk bakışta :) istifçilik aslında psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalığa sahip olan insanların kısaca "atamama" hastalığı vardır. İhtiyacı olsun olmasın belirli eşyalarını saklama saplantısındadırlar. Bu durum o kadar ileri gider ki -eşya yığınlarının altında- ölmüş hayvan cesetlerine bile rastlanabilir. Tabii ki bu aforizmayı böyle bir yönden incelemek çok doğru değildir, ama laf lafı açar derler ya benimki de o hesap işte :) Bu aforizmanın asıl konusu "ihtiyaç olduklarımıza ulaşamamamızla" ilgilidir. Kimi zaman bir nesneye ihtiyacımız olabileceği gibi kimi zaman da bir insana, bir dosta ihtiyacımız olur. İhtiyaç duyma isteği "yokluk" sonucunda ortaya çıkan bir dürtüdür. Hani bir şeye ihtiyacınız olduğu zaman o şeyi asla bulamazsınız ya :)... Bir nesneye, bir insana, veya bir olaya ihtiyaç duyup o varlığa, olguya sahip olamamak insanı asıl üzen konudur. Sahip olmanın da "önemi...

Aşırı ahlaklı olmayın. Kendinizi yaşamın dışında bırakabilirsiniz. Ahlakın da ötesini hedef alın. İyi olmakla kalmayın, bir amaç üzre iyi olun. -Henry David Thoreau

Öncelikle "ahlak nedir?" sorusu üzerine yoğunlaşmamız lazım ki bu konu zaten başlı başına sonu olamayacak bir tartışmadır. Dolayısıyla farklı filozofların veya düşünürlerin ahlak tanımları üzerine yoğunlaşmak yerine, TDK'nin kullandığı tanımlamayı kullanacağım: "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre" Peki o zaman "aşırı ahlaklı olmak" ne anlama gelmektedir? Toplumun koyduğu kurallara sıkı sıkı bağlı olmak... Peki bu bizi neden "yaşamın dışında" bırakabilir? Yaşam doğası gereği "toplum kurallarına uymayan" bir diğer deyişle "ahlaklı olmayan insanlarla doludur. Siz "süper ahlaklı olmayarak" bu doğaya karşı çıkarsınız, ve aklınızdaki ütopyada "sınırlanırsınız". Dolayısıyla sizin yaşadığınız, mevcut olan yaşamdan farklı bir hayat olur. Peki biraz önce bahsettiğimiz "doğa" insanın doğası mı yoksa yaşamın doğası mı? Bu da ucu açık bir sor...

Hazır gözyaşları acının değil, ihanetin göstergesidir. -Publilius Syrus

"Timsah gözyaşları" deyimini hepimiz duymuşuzdur. Yalandan gözyaşlar, "sözde" önemsemeler.... Bu deyimi kullanmışızdır veya en azından anlamını biliyoruzdur. Ama bu sefer farklı bir konudan bahsediyoruz: ihanet. "Hazır gözyaşları" konusundan başlayalım konuşmaya. Bir insanın gözyaşları ne zaman hazır olur peki? Kötü -veya acıklı- bir durumun meydana geleceğini bildiğinde. Eğer bir insan, bir durumun sonucunda sevdiği veya değer verdiği bir insanın acı çekeceğini bilmesine rağmen hiçbir şey yapmıyorsa, ve üstüne üstlük bu olayın sonucunda değer verdiği o insanla birlikte ağlıyorsa; o insanın samimiyeti "çalkantılı" yani "değişken" ve bir o kadar da güvenilmezdir. Çünkü bu insan değer verdiği kişinin başına gelecek kötü olayı biliyordur ve buna rağmen hiçbir önleme çabası içine girmiyordur. Sonucunda beraber ağlaması da hiçbir şey ifade etmez, ve o insanın kendi ihanetini gizleme -veya kendi vicdanını rahatlatma çabası içerisinde olma...

Ancak düşünsel açıdan kayıp olanlar tartışırlar. -Oscar Wilde

Bir tartışmanın gerçek amacı nedir? Bu hayati soru, bize, bu cümleyi yorumlamamızda yardımcı olacak kilit sorudur. Bu sorunun cevabı çoğu insan tarafından yanlış yorumlanmış, veya -işlerine öyle geldiği için- yanlış cevaplanarak eyleme dökülmüştür. Günümüzde insanların büyük çoğunluğu tartışmayı "zıt fikirli olduğu insanı ezmek", "kendini haklı çıkarmak" amaçlarıyla kullanıyor. Doğal olarak şu soruyu sorabilirsiniz: "Zaten haklı olduğumu düşündüğüm için tartışıyorum. Haklı çıkmak için uğraşmayacaksam, neden tartışayım ki?" Aslında bu düşünce, "doğru başlayıp yanlış biten" bir düşüncedir. Evet haklı olduğumuzu düşündüğümüz için tartışırız. Ama amacımız "haklı çıkmak" olmamalıdır. Tartışmaların asıl sebebi -Türkiye'de ve Dünya'nın çoğu yerinde olduğunun aksine- doğru bilgiyi açığa çıkarmaktır. Eğer insanın belli bir düşünce hedefi yoksa -yani o kişi düşünsel olarak nereye varacağını bilmiyor, yani kayıpsa- o kişi doğru düşünce...

İlk nefesini alışından önceki dokuz aylık süre haricinde hiçbir insan işlerini bir ağaç kadar iyi yönetemez. -George Bernard Shaw

Öncelikle George Bernard Shaw'ın kim olduğuna kısaca değinelim ki neden böyle bir söz söylediğini -bu sözün anlamını- daha iyi yorumlayalım. Oyun yazarı olarak ünlenen Shaw, birçok oyuna imzasını atmıştır. Aynı zamanda hem Nobel Edebiyat Ödülü hem de Oscar'ı alarak bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olmuştur. Ve şu ilginç bilgiyle noktalamak istiyorum yazar hakkındaki bilgileri: yazar, 94 yaşında ağaç budarken merdivenden düşmesi sonucu oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucu; olaydan birkaç gün sonra hayatını kaybediyor. Bu son bilgiye bakınca ilk aklımıza gelebilecek soru şudur: acaba yazarımızın ağaçlara karşı bir takıntısı mı vardı? :) Peki bir ağaç işlerini nasıl yönetir? Bütün canlı varlıklarda olduğu gibi ağaçların da vücudunda devamlı bir su dolaşımı olur. Yapraklar kendini dışarıya karşı koruyacak bir tabaka ile örtülüdür(korunma). Ve ağaçlar hiçbir canlı vücudunun yapamadığı bir şeyi yapar: kendi besinini toprak ve güneş ışığı aracılığıyla üretir(beslenme). ...

Aşk öyle bir şey ki, sanki sen bir bıçaksın ve ben de seni alıp kendime saplıyorum. -Franz Kafka

Aşk... uğruna savaşların çıktığı, hayatların yok olduğu, "düzen"lerin bozulduğu bu kavram... İnsanlar, tarih boyunca birbirlerine duydukları -karşı cins olmasına gerek yok- karşı konulmaz aşırı sevgi ve bağlılık duygusunu çeşitli sözcüklerde tanımladılar; ki bizim dilimizde de bu sözcüğün karşılığı "aşk"tır. Neredeyse hepimiz -belki de gerçekten hepimiz- karşılıksız aşkın neler yaşattığını, insanları nasıl yıpratabileceğini gerek gözlemleyerek gerekse yaşayarak deneyimlemişizdir. Ama aşk öyle bir tutkudur ki insan acı çekeceğini bilse bile bu tutkunun peşinden koşmaya devam eder. Karşılıksız olsa da sever. Hani bir şarkı vardır ya: "Sevdim seni bir kere. Başkasını sevemem. Deli diyorlar bana. Desinler değişemem." Durum aynen de öyle. Sonunda acı olduğunu bilse bile insan sevmeye devam eder. Çünkü aşk mantık işi değil, gönül işidir. Bir bıçağı bile bile kendine saplamaktır.

Dünya acıyla dolu belki ama bir o kadar da acıyı alt edişle dolu. -Helen Keller

Benim çok sevdiğim bir insanın sözünü yorumlamanın verdiği tatlı heyecanı belirtmeden başlamak istemiyorum sözlerime :) Evet, kendisi benim çok sevdiğim bir insan. Neden mi? Birazdan hayatıyla ilgili paylaşacağım özet size nedenini açıklamaya yeter sanıyorum. Neyse, daha fazla uzatmadan yoruma başlamak istiyorum :) Dünya dediğimiz zaman sadece yaşadığımız bu zamanı düşünmek, eksik bir bakış açısına sahip olmamıza neden olur. Tarih boyunca -sadece insanlık tarihi değil- canlılar gerek iyi gerekse kötü diyebileceğimiz birçok durumla karşılaşmışlardır. Bu durumların "iyilik" ve "kötülüklerinin" sebebinde şüphesiz ki bütün pay Dünya'nın kendisine ait değildir. İnsanlar kendi yarattıkları kavramlarla -kölelik, faşizm, savaş vb.- yine kendi türlerine -diğer canlı türlerinin aksine- zarar verdiler; ve sonrasında da üzüntü, keder anlamlarına gelen "acı" kavramının doğmasına ve/ya "yaygınlaşmasına" yardımcı oldular. Evet, tarih boyunca Dünya'd...

Birçok insan hayatından makul ölçüde keyif alır ama bakiyeye baktığınızda hayat acıdır. Yalnızca çok genç ve çok ahmak olanlar bunun aksini düşünür. -George Orwell

George Orwell'in İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından olduğu bilinmektedir. 1984 isimli meşhur kitabında yarattığı Büyük Birader (Big Brother) kavramıyla ün salmıştır. Peki bu ünlü yazar, neden hayatın toplamda "acı" olduğunu düşünüyor acaba? İlk önce "çok genç" ve "çok ahmak" kavramlarını inceleyelim. Çok genç kavramı zaten fazla düşünülmeye gerek duyulmayacak bir kavram gibi duruyor. Hayat tecrübesindeki eksiklikler, biz çok genç insanların -içinde bulunduğumuz zorlukları, güzellikleri, dünyayı, ve hayatı- belli durumlarda çok yanlış yorumlamamıza sebep olur. Ki bu gerçek de -istisnaları ayırıyorum- birçok yazar ve/ya düşünürün çalışmalarına da konu olmuştur. Ama "ahmak" kavramı bana daha çok kafa kurcalayan bir kavram gibi geliyor. Çünkü bir sözü yorumlarken her bir kavramın önemi vardır; tıpkı neden yobaz, salak, aptal gibi kavramlar yerine "ahmak" kavramını kullanması gibi. TDK'ya göre ahmak, aklını gereği gi...

Zincirlere vurulmuşum. Zincirlerime dokunmayın. -Franz Kafka

Zincire vurmak deyimi -en basit tabirle- birinin özgürlüğünü engellemek anlamına gelmektedir. Peki özgürlüğünün engellenmesi -o insan için- ne anlam ifade etmektedir? Tarih boyunca çeşitli kültürlerde kölelik kavramı boy göstermiştir. Peki günümüzde bu kavrama karşı çıkılmasının sebebi nedir? Bu soruyu sorarken; özgürlük hakkı, insan hakları ve benzeri klişe cevapları düşünmenizi istemiyorum. Daha çok kafesteki hayvan ve sahibi ilişkisine yoğunlaşın. Kafesteki hayvan olan köleler -hakaret olsun diye yazmıyorum- aslında bu gerçeklikten başka bir gerçekliğin olabileceği düşüncesine bile sahip değillerdir. Onların ulaşabilecekleri en büyük gerçeklik, sahiplerinin onlara daha fazla yemek ve/ya su vermesidir. Onların bu "güzel" ve "kabullenilmiş" gerçekliğini değiştirmeye çalışmanız, onların "düzenini" bir diğer deyişle alışkanlıklarını, yaşam tarzını, hayatını bütünüyle değiştirmeye çalışmanız demektir. Özgürlük kavramını hiç bilmeyen bir insan, zincirlere...

Evrende sonsuz miktarda umut var; ama bizim için yok. -Franz Kafka

Aslında söz çok açık ve yoruma gerek yok gibi duruyor. Ama burada gayet kafa kurcalayan bir kavram var: "biz". Acaba Kafka, biz derken kimi kastetmiştir? Aslına bakarsanız ben bu sözü yorumlayamadım. Acaba zeki düşünürleri mi kastetmişti, baskı altında olan yurttaşların çaresizliği miydi düşündüğü? Çözümleyemeyince -ben de- Google'da bu sözle ilgili arama yapmaya karar verdim. Türkçe olarak arayınca istediğim sonuca varamadım, ve ben de İngilizce olarak araştırdım. Alejandro Baer ve Natan Sznaider'in ortaklaşa yazdıkları kitapta o kadar güzel bir açıklama vardı ki -onu bulunca- araştırmamı sonlandırdım. "Memory and Forgetting in the Post-Holocaust Era: The Ethics of Never Again" isimli kitabın 3. sayfasında -İngilizce olarak- aynen şu ifade yer alıyor: "Hope is precisely what you need when you do not know what the future will bring and a world order collapses." (Baer, Sznaider, 2017, p. 3) Yani Türkçesiyle: "Umut, tam olarak ne geleceğin...

Yazmak, mutlak bir yalnızlıktır; kişinin kendi benliğinin soğuk boşluğuna düşmesidir. -Franz Kafka

"Mutlak" kelimesi; "salt" manasına gelecek şekilde bir sıfat veya "kesinlikle" anlamına gelecek bir zarf olarak kullanılabilir. Burada iki temel soru mevcut aslında: yazmak neden yalnızlaştırır; ve insanın benliğindeki boşluk neden soğuktur. Bu iki soru ayrı gibi gözükse de, aslında birlikte anlamlılar. Parçalara ayırıp yorumlayarak birleştirmek -anlamamız için- en kolay yol olacaktır; ve ben, ikinci parçadan başlamak istiyorum: "kişinin kendi benliğinin soğuk boşluğuna düşmesi". Bir yerin veya kavramın "soğuk" olarak nitelenmesi değişik şekillerde yorumlanabilir. Soğuk olması oraya hiç ayak basılmadığı anlamına gelebilir; güvensiz anlamına da gelebileceği gibi. Veya hiç ayak basılmadığından dolayı -bilinmezliğin oluşturduğu- bir güvensizlik... Hepimizin içinde keşfedilmemiş noktalar mevcuttur. İnsanın içi sürekli genişler. Biz keşfettikçe -sonuna vardığımızı düşündükçe- daha fazlası var olur zamanla. Bu keşfedilmemiş boşlukl...

Benliğimin gerçek hissiyatına sadece dayanılmaz derecede mutsuz olduğum zamanlarda ulaşabiliyorum. -Franz Kafka

Burada -pek de kullanmadığımız- iki değişik kelime bizleri karşılıyor: "benlik" ve "hissiyat". İlk önce onların anlamlarını yazarak başlamak istiyorum: Benlik: Bir varlığın öz varlığı, kişiliği, onu kendisi yapan şey, kendilik, şahsiyet. (TDK) Hissiyat: Duygular, sezişler. (TDK) Artık bu tanımların farkında olduğumuza göre konumuza geri dönebiliriz. "Dayanılmaz derecede mutsuz olmak"la başlayalım. Büyük bir acı hayal edin. En sevdiğiniz kişileri, uzuvlarınızı -kısacası sizin için değerli olanları- kaybettiğiniz bir gerçeklik mesela... Bu dayanılmaz mutsuzluk -acı kısmını geçtiğimizi varsayıyorum- bize nasıl bir ortam hazırlar sizce? Fazla uç bir düşünce oldu belki de bu mutsuzluk örneği. Biraz basitleştirelim... Birlikte gülüp eğlendiğiniz bir arkadaşınızı hayal edin, ve bir anda ona istemeden bir zarar verdiğinizi. Eğlenirken -eğlenceden başka- hangi duyguları tattınız? Zevk mi? Haz mı? Aslında bunların hepsi eğlenceye varan duygulardır, ve -bu d...

Anlatamam. İçimde neler olup bittiğini hiç kimseye anlatamam. Kendime bile anlatamıyorum. -Franz Kafka

Söylemek ne kadar kolay değil mi? Herkes bir şeyler söyler. Herkesin her konuda bir fikri vardır: eksik ya da tam, doğru ya da yanlış; alim'in ya da cahilin. Zaten insanın doğası gereği öyle olmak zorunda. Peki hiç düşündünüz mü: "söylemek" ve "anlatmak" arasındaki farkı? Birine bir şey söylemek kolaydır: ağzından eğri yada doğru kelimeleri dökersin. O kadar. Ama anlatmak... Anlatmak; bilgi vermek, izah etmek anlamlarına gelmektedir. Açıklamak... Bir konuyu açıklaman için önce o konuyu anlaman gerekir. Bu, bütün insanlar için böyledir. Aklı, kalbi, düşünceleri, ruhu karışık olan bir insan sadece söyler içindeki fırtınayı. Ama işler anlatmaya gelince, kendisinin bile bilmediği konuyu bir başkasına açıklamaya gelince... Cümlenin devamını zaten az buçuk "hepimiz" deneyimlemişizdir.

Kitaplar birer uyuşturucudur. -Franz Kafka

Çok iddialı bir söz değil mi? Eminim ki Franz Kafka, bu sözü söylerken "bir şeyler" düşünmüştür, sizce de öyle değil mi? :) Sözü daha iyi yorumlamak için önce TDK tarafından yapılan uyuşturucu tanımına bir göz atalım: TDK'ya göre uyuşturucu madde: "Morfin, kokain, eroin, afyon, esrar gibi duyulara uyuşukluk veren madde." Duyulara uyuşukluk vermek... Kafka'nın kitaplara "uyuşturucu" yaftasını yapıştırma nedenini daha iyi anlamak için, bu ifadenin üzerine yoğunlaşmamız gerekli. Ama şimdi de hepimizin bildiği, ama belki de çok azımızın anlamı üzerine yoğunlaştığı bir kelime geldi: duyu. TDK'ya göre duyu: "İnsanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği, duyum." Peki kitaplar nasıl olur da bizim dış dünyayı algılama yeteneklerimizi köreltir? Kitaplar çok iyi öğretmenlerdir. Yani bir ilkokul çocuğunun rol modelidir. Kitaplar, bizi şekillendirir; tıpkı yaş ...

Kalkıp odandan çıkmana hiç gerek yok. Olduğun yerde oturmaya devam et ve dinle. Hatta dinleme bile. Sadece bekle. Sessiz, sakin ve tek başına. İşte o zaman, dünyanın tüm çıplaklığıyla kendini sana teslim ettiğini göreceksin. Başka çıkar yolu yok çünkü. Büyük bir zevkle kapanacaktır ayaklarına. -Franz Kafka

Hayatın koşturmacasına kaçımız -her zaman olmasa bile çoğu zaman- kendisini kaptırdı acaba? Ben cevap veriyim: hepimiz. Kimimiz eve ekmek götürmek derdinde, kimimiz sınıfını geçmenin derdinde, kimimiz yarınki tiyatroda oynayacağı rolü düşünürken, kimimiz de altın gününde yapacağı yemeği düşünüyor. Düşünmek paha biçilemez bir silah -zaten öyle düşünmesem bu yazıyı niye okuyayım derseniz haksız olmazsınız :)-, ama doğru kullanılırsa. Bu silahı oturduğunuz yerde bile kullanabilirsiniz, ama sakın ha hedef almayı unutmayın. Hayatın kargaşasından uzak ve sadece bu silahla birlikte kalırsanız, tamamen ona yoğunlaşır ve onu çözümlemeye başlarsınız. Dünya, hayal edebileceğinizden çok daha kötü bir sırdaştır. Silahı ona sadece doğrulttuğunuzda, tek kurtuluşunun size açılmak olduğunu bilecektir. Akılla yaratılan kavramları, akla geri vermek... Bunu yaparken büyük bir zevk alacaktır. Özden geleni, öze verirken...